Sayfalar

20 Mart 2011 Pazar

KAYIP DÜĞÜNLERİN ÇALGICILARI

         1950 lerde eğlence olarak davullu, zurnalı düğünleri ile derneklerin düzenlediği balolara giderdik. Balolarda orkestranın adı davulun göbeğinde yazardı bizde. Sahnenin arkasındaki pankartlarda düğünlerde, nikah haftalar öncesinden siyah tayyör ve siyah duvaklarla kaplandığından gelin damadın salona girişiyle cümbüş başlardı. Önce hazırlık paslarıyla tarumar olan slow dans arkasından ısınma hareketlerini zorlayan ça-ça, mambo, calipso, rumba, tango, vals, carliston pistin yorgun tabanını okşardı. Rock' ın rol, twist ve shake orkestralarla yoğunlaşmış gençliğin dans ekolleriydi. Eski Belediye binasının altı camekanlı düğün salonuydu. Çatısıda yazlık belediye sineması idi. Askeri mahvelin bahçesinde de düğün yeri vardı. Turunç ve mimoza ağaçlarının aeasında tahta sandalyeler sıralanırdı. fesleğen kokulu sulanmış avluya masalara beyaz kaplanırdı. Raptiyenin can alıcı ucuyla hanımeline sarılmış kamelyanın solunda dondurmacı Edip Sıngın servis yapardı. Gofletli külahlarla bulvar yeni açıldığında dört yoldaki benzinliğin üstünde, birde havuzlar ve tekstil fabrikasının bahçesinde düğün yapılırdı. Pınarbaşı yüzme havuzlarında yemekli ve içkili düğün yapmak ayrıcalıktı. Bu eşsiz mekanları otantik notaları nakışlayan orkestralar Emin Bülbül, İzmir Demirspor, Çalışkantürk, Kupa Beşi, ve Yakamozlardı.
         Düğüne akıcılık ve renk getiren ve bitmesini istemediğimiz dakikaları durduran orkestralar olurdu. Bir devrin müzik ve dans kültürünü solurduk bu topluluklarla. Davul, basgitar, trompet, klarnet ve saksafon ruhlarımızdan çıkmayan ölümsüz notalar işlediler. Geceyi ayakta tutmak için neler yaratırlardı? Dans ederken balon patlatma, çiftlerin alınlarında portakalı düşürmeden dans etmesi, ağızda kaşıkla yumurta taşıma, oturduğu yerden en iyi eşlik edene kolonya, şarap, gömlek dağıtırlardı. hele orkestra bateristinin sopasının elden ele dolaştırılması ve müziğin aniden durması ve elinde sopa olan çiftin elenmesi, kazananın kutu, kutu içinde süpriz hediye yalancı emzikle ödüllendirilmesi sabrın doyulmaz keyif aldığı anlardı. Valsi en iyi bilen, kasap havasını damardan oynayan kalırdı pistte. Özal Yağcı, Turgut Yağcı, Beşiktaşlı Avukat Kemal Ünlü suların yıkadığı takvimlerin sayfalarında kalanlar.
         Şimdi 1960 lı yıllarda The Beatles' le başlayan batı müzik akımı 1966 yıllarında da Siluetler, Beyaz Kelebekler, Mavi Kelebekler, Mavi Işık, Moğollar, Cem Karaca, Apaşlar, Rıza Silahlıpoda, Vasfi Uçaroğlu, Durul Gence, Erol Pekcan yüreğimizin sol anahtarına çoktan girmişlerdi. Çaldıkları parçalar 45 lik ve LP plaklar liste başı için yarışırlardı. Hey Dergisinde şantözlü ve dansözlü bir balo seyrinin yürek çarpıntısını yıllar kazıyamadı benliğimizden.
         Bir başka kokardı yerli düğünlerin kına gecesi. Toprak dünbelekli, gırnatalı altın dişli çengiler. Kalburun içine dolacak nozuk para telaşında. Kız evi girişinde tahta kutuda lokum tutarlardı. Herkesin oyuna kaldırıldığı erkek gözünden uzak bayanlar matinesi. evlerin boş arsalarında hatta duvarları kireçle boyanmış hanlarda kurulurdu yediveren eğlenceler yeterki kolları havaya kaldıracak "Tekirdağ Karşılaması" dökülsün cümbüşün ince telinden. Hiç unutmam çay kenarının soğukkuyu tarafında " Lokmacı Fadime' nin kızı vardı. Çalgıcı Mürside def çalıp yanık sesiyle düğün bağlardı. Yerli düğünlerin vuslatı banamısın demezdi. Sıcakta, yağmurda oğlan evinin önüne yorgun sandalyeler ve masalar dizilirdi. Arnavut taşlı sokağa çalgıcılar el üstünde tutulur kusur edilmezdi ızgara da şişe de.
         Canlı tavuk ve büyük şişe isteği nazı çekilen efkar sekesindendir.
         Sepetçioğlu, kasap havası ve Aydın zeybeği gelin almaya gidene kadar defalarca çalınırdı. Orkestralar, çalgıcılar meleklerin arasından yozlaşan düğün kültürümüzü görüyorlardır belki de. Eski müzisyenler oyun havasını düğün sonuna kadar çalarlardı. Şimdi ise gelin-damat kapıda göründüğü an derinden bir ARABESK.

10 Mart 2011 Perşembe

ÖLÜ PARK

ÖLÜ PARK

                   Çocukluğumun bir bölümünü Nazilli’ de yaşadığım için çok severim. Zaman zaman gelirim. Bütün insanlar yabancı olmasına rağmen çocukluğumun geçtiği yerlere gitmek oraları tekrar görmek beni mutlu eder Bilhassa Sümerbank vazife evlerini olduğu yerlerde o eski beton yollarda yürümek, Okaliptüs ağaçlarının rüzgarla karışık sesini dinlemek en çok zevk aldığım yerlerdi. Nazilli fabrikası işçileri ile lojmanları ile yaşam tarzı ile Nazilli’ ye ayrı bir hava verir. 1940- 60 arasında yıllarda sanki İstanbul’un modern bir semtinde yaşadığımı hissederdim.
                 Turan mahallesini Recep Bey İlkokulunu, Uzun Çarşıyı İstasyon meydanını, Küçük Parkı, Perşembe pazarını, Bayramlarda ayrı ayrı semtlerde kurulan Gencerleri, Cambazları palyaçolarını unutmak mümkün mü? 1980 yılından sonraki kalkınma hareketlerinden  Nazilli ne yazık ki en az nasibini alan şehirlerden bir tanesi. Uzun Çarşı ve çevresine baktığımızda maalesef muhafazakârlığın en güzel örneğini görüyoruz. Daracık Sokaklar, iç içe girmiş tek katlı binalar, hiç değişmemiş Bir iki yerde park yapılmış. Bilhassa Fabrika vazife evlerinin bulunduğu saha dümdüz edilmiş yerine koskocaman bir park yapılmış. Park olarak güzel fakat ÖLÜ PARK bu kadar güzel sahaya yaşam sokulmamış. Bir iki restoran bir iki oyuncak saha birkaç devlet binası oraya yaşam getirmemiş. Esasında o arazi ve vazife evleri kredi ve yurtlar kurumuna devredilmeliydi. Yüzlerce gencin ıskan problemi halledilmiş olur ve oranında nostaljisi de korunmuş olurdu. Aynı zamanda hayat dolu bir yaşam gelişerek devam ederdi. Olan olmuş bir kere geriye dönüş imkanı yok Ama belediyeye büyük iş düşüyor. Burada büyük festivaller düzenlenmeli, Bayramlarda ki Gencer günlerinden istifade edip yaşamı tekrar yerine getirmeli gülen yüzler yaşayan insan gurupları yaratmalı. Evlerden insanlar dışarı çıkarılmalı yapılacak büyük iş yerleri ile hayat canlandırılmalıdır. Bu kolay bir iş değildir. Gayret azim her türlü güçlüğü yenecektir. Buna inanmak lazım.
                Cumhuriyeti takip eden yıllara döndüğümüzde Kime sorarsanız sorun Nazilli deyince akla Aşağı Nazilli ile yukarı Nazilli gelir. O zamanlarda taksiler ve faytonlar olmadığı için Merkeplerle veya atlarla genelde yaya gidip gelirlerdi. Daha sonraları alınan 5-6 taksi istasyon meydanındaki taksi durağında müşteri beklerlerdi. O zamanlarda taksi ile bir yere gitmek bir lükstü. Her babayiğit harcı değildi. Daha sonraları paytonlar istasyon ve 5 Eylül okulunun önünde beklerlerdi. Halk faytonlara binmeyi çok çabuk alıştı. Nazilli sokaklarında fayton sefası yaşanırdı. Bilhassa Aşağı Nazilli’ ye, Sümerbank vazife evlerine faytonla gitmek bir ayrıcalıktı. Tozlu yollarda arabacı kırbacını şaklattığında kesme taşların üzerinde şahlanan atların nal vuruşları ta uzaktan duyulurdu. Atların yelelerindeki çıngırakların çıkardığı sesleri duyanlar meraklı bakışlarla takip ederlerdi. Siyah deri körüklü tentesi, kadife oturağı, küçük sandığı önü küçük arkası büyük dört tekeri içinde mum yanan gece feneri ve zarif basamağı bugün hatıralarımızda kaldı. İstasyon meydanında veya 5 Eylül ilkokulunun önünde sıralanırlar. Aşağı Nazilli’ de Sümerbank fabrikasının biraz gerisinde müşteri beklerlerdi. Yaz günleri mehtaplı gecelerde paytonun körüğünü indirip gezmek Sinema çıkışlarında sarı lambalı sokaklarda eve gitmek en büyük zevklerdendi,        
                   Perşembe pazarında Pazar dönüşleri hep paytonlarla yapılırdı. Fabrika mensuplarını ekserisi gıdı gıdı treni ile gider yine aynı trenle dönerlerdi. Faytoncular yolcuları fabrika giriş kapısının önünde indirirlerdi. Büyük bir giriş kapısı karşısında misafirhaneye giden bir asfalt yol vardı. Fabrika ana kapısından fabrika içine girdiğinizde solda bir kreş binası tam karşıda da büyük bir sosyal bina vardı Bu sosyal binanın içinde geniş bir solon arka tarafta da memur yemekhanesi ve bir briç salonu bulunurdu. Büyük salonda bazı geceleri düğünler yapılır bazı günlerde de balolar düzenlenirdi. Haftada iki gün sinema seyredilirdi Sosyal binanın arkasında ağaçlı bir bahçe vardı Yaz günleri bu bahçede oturmak ve beton pistte dans eden gençleri seyretmek en büyük zevklerden birisiydi Sosyal Binanın sağ tarafında fabrika içi vazife evleri vardı Bu evlerde fabrika müdürü müdür muavinler bazı önemli şefler otururdu. Bu evlerin önünde geçip ilerlediğinizde pamuk ambarları ve Meşhur gıdı gıdı tren istasyonuna gelirsiniz. Güney kısmında tel örgülerle çevrilmiş ikinci bir kapı ve işçilerin kart bastığı mahaller ve çıkarken de üzerlerinin yoklandığı odalar vardı. Güney kısmı tamamen imalat yapılan atölyelere ayrılmıştı Buralara girmek yasaktı.
                 Fabrikanın önünde iki taraflı ağaçlarla menderes nehrine doğru uzanan Hürriyet Caddesi fabrika dışında yapılmış esas vazife evlerini fabrikadan ayırıyordu. Vazife evleri fabrika kapısının tam karşısında inşa edilmişlerdi Vazife evleri önde 5 adet arkada 9 adet inşa edilmiş etrafı okaliptüs ve meyve ağaçları ile çevrili 2 kat ve bir zeminden oluşan evlerdi. Bu evlerde hiyerarşik mevki ye göre memur ve işçilere dağıtılırdı.
                   U harfine benzer şekilde yapıldığı için U apartmanları diye adlandırılan zemin katsız diğerlerine göre daha alçak yapıdaki bu binalarda yine memurlar birkaç tanesinde de işçiler otururdu. Bu iki apartman bloğu arasında fabrika misafirhanesi, fırını, yardım sandığı ve büyük bir market vardı. Misafirhanenin önünde büyük bir bahçe içinde her çeşit gül ve benzeri çiçekler vardı.
                   U evlerinin benim hayatımda yeri doldurulamaz güzel hatıralarımın kesiştiği bir yerdi. Biz ilk önceleri Öndeki sıra apartmanlarının 5. ci sinde otururduk. Zeminin üstündeki 2 katta idik. Karşımızda Fabrika Muhasebe müdürü Zeki Çomakoğlu’ nun altında Ressam Cavit bey bizim altımızda Atölye şefi İbrahim Bozyaka otururdu. Bir Kızı Gülseren bir oğlu Tufan vardı. Tufan Sümer sporda oynamış daha sonraları da İzmir Göztepe kulübüne transfer olmuştu. Zemin katta da 2 ci cihan harbi sıraların da Hitlerden kaçan ve Türkiye’ ye sığınan İstanköy’ de ki Türklere iş ve ev vermişlerdi
                   Biz gençler toplanır fabrika lojmanlarının arasında ki yolda gençliğin verdiği enerji ile gece yarılarına kadar eğlenirdik. Genelde misafirhanenin önünden U evlerine gelir önünden yürüyerek fabrika kapısının önüne çıkardık.
                   U evlerinin güney tarafındaki apartmanın zemin katında Ahmet Akdemir otururdu. Kendisi Fabrikada ustabaşı idi. Evinin balkonunda nadiren oturur. Gelen geçeni seyreder ara sıra bizlerle konuşurdu. Uzun boylu geniş omuzlu babacan birisi idi. Üç çocuğu vardı. Oğlu kemal akdemir boksa meraklıydı. Sümer spor boks takımında lisanslı sporcu idi. Kızları Jele Nesrin, Türkan 5 Eylül ilkokuluna giderlerdi 1946 yılında ablam evlenince bizde aydın’daki evimize döndük. Sık sık Nazilli’ ye gittiğimde hiç ayrılmamışız gibi yabancılık çekmezdim. Bu arada Nesrin fabrikada Hikmet arat isminde bir ressamla evlendi. Küçük kızları Türkan ilkokulu bitirdikten sonra orta okula göndermediler. Neden bilmiyorum. Türkan iri dalgalı saçlı sarışın bir kızdı Günden güne serpiliyor gelişiyordu. Güzel alımlı bir kız olmuştu. Bir akşam vaktiydi. Bisikletle giderken misafirhanenin dönemecinde Birden bire Onu karşımda bulmuştum çarpmamak için direksiyonu kırdımsa da bisikletin arka tekerleği hafifçe ona çarptı yere düştü. Hemen koşmuş ellerinden tutmuş ayağa kaldırmış bir yerine bir şey olup olmadığını sormuştum. Hayır bir şeyim yok. Biraz daha dikkatli olur musun dedi.
              Göz göze geldik Elleri avucumda o an içimde ki elektriklenme yıllar yılı ona bağlanmamı sağladı. Onunla yatar kalkar oldum. Onu görmek istiyor. Her perşembe günü Aydın dan Nazilli ye gidiyor. Saat 11.00 de fabrikadan kalkan Gıdı gıdı treninde onu bekliyor. Bir köşede onu seyrediyordum. Her Perşembe beni karşısında gördüğünde gülüyor arkadaşları ile gülüşüyorlardı bu durumu ablası jale daha sonra annesi öğrendiler. Nedense beni görmemiş gibi hareket ediyorlardı hatta bütün komşuları öğrenmişlerdi. Kimse bir şey demiyor ilgisiz davranıyorlardı. Ben bu nedenle okulumda devamsızlıktan 2 yıl kaybettim.
               1954 yılının yine bir Perşembe günü gıdı treninden indikten sonra Pazar yerine gideceklerine 5 Eylül okulunun sağından küçük parka saptılar. O gün ilk defa konuşmak fırsatını buldum. Yaklaştım, neler neler tasarlamıştım hepsini unuttum heyecandan konuşamıyordum. 
Sanki dilim tutulmuştu. Bu arada nerden çıktı bilmiyorum ablamdan şikayet etti. Dedikoduların ondan kaynaklandığını söyledi. Bir pastanede oturup konuşmayı rica ettimse de kabul etmedi. Konuşma tekliflerime olumlu veya olumsuz bir cevapta vermedi. Tekrar Pazar yerine geldiğimizden tekrar görüşmek dileği ile ayrıldım. Ve 9 sayfayı bulan hislerimi ifade eden bir mektup yazdım ve müstear bir isimle devam ettiği akşam kız sanat okulu adresine gönderdim. Okul idaresi mektubu alınca ailesine haber veriyorlar. Ablası ablamla konuşuyor. Onu bir daha göremedim. Daha sonraları ben Ankara Hukukta okurken bir Havacı üsteğmenle nişanlandığını arkasından da evlendiğini duydum. Bu benim için şok oldu.  Hayata küskünlüğüm artı. Ama hayat çok şeylerin üzerini örtüyor arada bir hatırlansa da yaşam devam ediyor.
                      Nereden nereye geldik. Biz gene dönelim vazife evlerine fabrika yönetimi bekar işçileri de düşünerek hürriyet caddesi üzerinde fabrikanın sonunda değişik yapıda bekar pavyonu inşa etmişti. Sümer ilk- okulundan fabrika lojmanlarının sonuna kadar olan geniş arazide sokak ve caddeleri geometrik şekilde üç değişik ebatta tek katlı bahçeli evler yapıldı. Bu evlerin inşaatına kooperatif olarak başlanmış. Kooperatif evleri gerçekleştiremeyince Fabrika mülkiyetine geçmiş ve fabrika tarafından tamamlanarak 1955 yıllarında işçilere dağıtılmıştı. Sağlam ve şirin binalardı.  Diğer binalara göre daha çok beğenildiği ve kullanışlı olduğu için adı Şirin evler olarak kaldı. Daha sonraları Plan ve proje olarak çok beğenildiği için Kuş adasında sahilde inşa edilmiş Nazilli sitesi adını almıştı.
            1976 yılında lojman sayısı 438  olarak belirtilse de kapatılan bekar pavyonu, fırın, hastane ve aradaki küçük binaların lojmana çevrilmesi ile 480 bulmuştu. Bu saydığım binalar okaliptüs çam ve meyve ağaçları ile çevrilmiş güzel bahçeler içinde küçük ama şirin evlerdi 1970 yılına kadar lojmanların badana boya elektrik ve su tesisatı ve diğer bakımları fabrika personeli tarafından yapılırdı. Evlerde kurban bayramı haricinde hayvan beslemeyse izin verilmez şikayet halinde lojmandan çıkarılırdı. Bahçe. Bahçe duvarları, şekilleri bile takip edilir. Gerekirse müdahale edilirdi.
               Abartısız Nazilli’ nin en güzel en düzgün yolları lojmanlar arasındaydı. Nazilliler bisiklete binmek için lojmanlar arasındaki yollara gelirdi. Pazar günleri lojmanlar arası sanki bayram yeri gibi olurdu. Aileler bu günlerde daha modern, daha güzel giyinir. Ayni şekilde yukarı Nazilli’ den gelen akraba ve dostlarda ziyarete gelirken giyimlerine özen gösterirlerdi.
                Fabrika lojmanlarında Avrupa modası 5-6 ay gecikmeli olarak aynen takip edilirdi.
                O zamanlar Almanya’da akraba ve dostlardan en son model mecmuaları gelir beğenilen elbise modelleri Nazilli Basması kopyaları hemen dikilir. Modeller elden ele dolaşırdı.
                 Güvenlik sorunu olmadığından aileler çocuklarına rahatlıkla izin verir. Aileler arasında sıkı dostluklar kurulurdu. Gece sokaklarda aydınlatma yapıldığından geç vakitlere kadar sokaklar cıvıl cıvıl olurdu. Özellikle yaz geceleri sokaklar arasında guruplar halinde dolaşmak fabrika bahçesinde oturmak yazlık sinemaya gitmek yine fabrika bahçesinde dans etmek müzik guruplarının periyodik konserlerini izlemek en sevilen eğlencelerdi.
                  Lojmanlarda oturan ailelerin çoğu başka şehirlerden Nazilli’ ye gelmiş, burada evlenip çoluk çocuğa karışmışlardı. Çocukları da aynı yaş gurubunda idi. Bu yüzden hiç arkadaş sıkıntısı çekilmezdi.
                   Evlerde kışın yakacak odun, talaş bile Sümerbank ağaç atölyelerinden gelirdi. Düşünün 450 adet lojmana bir kış boyunca yetecek kadar talaş ve çıkıntı tahta verecek talaş çıkaran bir üretim. Türkiye’ de ki diğer Sümerbank fabrikalarına ve diğer özel tekstil fabrikalarını mekik, masura ve vurucu kol imalatı Nazilli Sümerbank fabrikasında yapılıyordu.
                   Herkesin evinde olmasa da bazı evlerde fabrikanın verdiği demirbaşa kayıtlı içi galvanizli elektriksiz buz konularak soğutan buzdolapları vardı. Yazın çok Sıcak olan Nazilli’ de yemekleri korumak için fabrika her eve yarım kalıp 0,5 metreküp buz verirdi. Evlerde yine demirbaşa kayıtlı somya ve yün battaniyeler vardı.
                    Emekli olanlar eşyaları yeni kiracılara devrederlerdi. Yine devir teslimler de evde hasar olup olmadığı sosyal hizmetler tarafından tespit edilirdi. Kısaca Sümerbank için personeli çok kıymetli idi. Elindeki bütün imkânları personeli için kullanırdı. Hatta itfaiye araçları yolların tozunu temizlemek için yaz günleri beton yollarda sulama, ağaçlardaki çeşitli hastalıklara yönelik ilaçlama yapardı. Yine evlerde ve kanalizasyonlarda zararlı böceklere karşı ilaçlama yapar, her yıl fabrika itfaiye gurubu tüm lojmanların baca temizlik işlemler muhakkak yapılırdı. Fabrika fırını, berberi kasabı büfe ve süper marketi ve ilkokulu ile mükemmel bir şekilde organize edilmişti. Hatta orta ve liseye giden öğrencilerin gidiş ve geliş saatlerinde gıdı gıdı treni için özel tarife konmuştu.
                    Bugün hepsi bir hayal oldu. Nazilli için bir ekmek kapısı kapandı Fabrika kapanınca işçiler ağlayarak Bursa, Manisa ve Bergama’ ya gittiler. Ve sonuçta fabrika binası Menderes üniversitesine lojmanların bulunduğu geniş saha ise Nazilli belediyesine devredildi.               
                     Nazilli’ye bu yapılmamalıydı. Nazilli Halkı da buna nasıl razı oldu anlamıyorum. Üzülüyor insan.

TÜRKAN’ A

Türkan diye bir kız vardı,
Ürperirdim gözlerini gördükçe,
Rüya gibi bir kız vardı.
Kalbimde fırtınalar koparan
Adını andıkça,
Neden aklıma, hep Sümerbank evleri gelir
 
Ayırdı bizi seneler,
Koptuk birbirimizden
Dostlar düşmanmış meğer Geç anladık
Erişilmez duvarlar ördük aramıza,
Merak ediyorum, Değer miydi?
İçin, için kahrolmak,
Rüya gibi Türkan diye biri vardı aklımda.

KUP BRİÇ

                     Bostancı’ ya trenle her gelişimde, İstasyon arkasında ki Çınarlı kahveye oturur. Çayımı yudumlarken rüzgârla savrulan yaprakların çıkardığı gizemli sesleri dinlemek beni çok mutlu ederdi. Dallarına konan kuşların cıvıltıları hoş bir melodiyi andırırdı. Arada bir martılar da gelir bende varım diye kanat çırparlardı.
                    Bostancı tren istasyonu Adalar, Ümraniye Taksim, Beşiktaş, Pendik avcılar, Üsküdar, kayış dağı ve Yalova ya giden ve gelen yolcuların uğrak yeri idi. Nereye gitmek isterseniz tek bir vasıta ile ulaşmak mümkündü.
                    Bostancı tren istasyonunun yan tarafında bir alt geçit vardı. İlk önceleri küçük bir geçit olarak hizmet veren bu geçit, insanların vapura ve sahil şeridine geçmesini sağlardı. Önünde de büyük bir otopark vardı. Bu otopark daha sonra kaldırıldı, yerine sabit Pazar kuruldu. Uzun süre Bostancı halkına hizmet veren sabit Pazar geçidin genişletilebilmesi için kaldırıldı. Çamaşırcı Deresinin yanından, demiryolunun altından sahil tarafına geçmek üzere vasıtalar için geniş bir yol hazırlandı. Bugün Pazar yeri geniş bir inşaat alanı haline dönüştü. Bu pazarın sağında Bostancı ile Maltepe’yi birbirinden ayıran çamaşırcı deresi akar, her yıl belediyece içi temizlenirdi. Derenin Maltepe yönündeki binalardan lağım sularının bu dereye dökülmesi etrafa büyük bir koku salardı. Kanalizasyonların yapılması bugün bu kokuyu yok etti. Bostancı yönünde de dere boyunca bir arazi şeridi ta tünele kadar uzanırdı. Bu alan yeşil saha olarak ayrılmış bina yapımına izin verilmemişti. Çamaşırcı deresini takip eden yol toprak yoldu. Yolun Minibüs yoluyla birleştiği yere uzun seneler toprak yol durağı daha sonraları taç spor kulübünün tenis kortları bulunduğu yer oluşu nedeni ile tenis kordu durağı en sonda da Lunapark durağı denmeğe başladı. 198o yılından sonra başlayan göçten Bostancı da nasibini alanlardan en az etkilenen bir belde oldu. 1980 yılına kadar yolları toprak olan bu havali de bu günkü halı sahaların karşısın da ve yukarıya doğru uzanan halk arasında civciv mahallesi adı verilen bölgede tek katlı tenekelerle çevrili gece kondu evleri vardı. Müteahhitlerin daire karşılığı aldığı bu arazilere 10-12 katlı blok evler inşaatı yapılarak Bostancı’ nın en değerli semtlerinden biri oldu. Eski civciv mahallesi sakinleri yeni binalarda oturmayı intibak edememiş ve yüksek ücretle sattıkları evlerin bedeli ile Üst bostancının Ankara asfaltı üstünde veya diğer bölgelerde evler alarak Bostancı’yı terk etmişlerdi.
                  
                   Bostancı’da istasyonla Ankara asfaltı arasında şahısların bir araya gelebilecekleri bir mekân yapılamamış Bostancı halkı yeni yapılan kafeteryalara gitmek suretiyle bu ihtiyaçlarını karşılıyorlardı. İstasyondan başlayan Ali Nihat Tarlan, Vukela Caddesi ve Çamaşırcı Deresini takip eden yollar asfaltlanınca etrafında yükselen binaların yanı sıra yapılan Lunapark ve Bostancı Gösteri Merkezi yöreyi daha da zenginleştirdi. Tünel yolu üzerinde açılan Sporyum spor merkezi halkın bir kısmını bünyesine çekmişse de çok pahalı olması nedeni ile istenilen ilgiyi çekmemişti.

                   2006 yılında Bostancı Gösteri merkezini geçince 50 metre ilersinde Kanarya Sokağın başında 2 katlı küçük bir bahçesi olan binanın alt katının önüne bir tabela kondu. KUP BRİÇ KULÜBÜ VE SOSYAL TESİSLERİ. Kısa zamanda binanın cephesi değişti. Duvarlar yıkıldı, ara bölmeler kalktı, yerler mermerle kaplandı. Duvarlar modern şekilde boyandı. Bahçeye büyük bir gölgelik kondu. Azami 15-17 masanın yerleşebileceği modern bir mekân yaratıldı.

                  Kulüp Başkanı Erkan Yeşilbaş ve eşi Mimar Neslihan Yeşilbaş ile baş başa verip kısa bir zaman da briççilerin hizmetine sundular Erkan Yeşilbaşa hedefinin ne olduğu sorusuna şu cevabı verdi. Bostancı ve civarındaki bölgelerdeki briç meraklılarını kahve briçinde kurtarmak. Briççileri bir araya getirmek, Dünya standart briç kaidelerine uygun turnuvalar düzenlemek, Gençlere briç dersleri vermek sureti ile yeni briççiler kazanmak en büyük idealleri idi Yer olarak arabaları park etmek olanağı sağlandığından herkesin arabası ile gelmesi mümkün olabilecek bir yerdi. Bir açılış kokteyli ile başlayan 150-160 kişilik bir gurupla açılan kulüp Ne yazık ki İnsan alışkanlıklarından ayrılamaması İnternetteki briç programlarının etkisi ile istenilen seviyeye birden bire gelememişti ama buna rağmen yöneticiler yılmamışlar ve binanın üst katını da kiralamak ve restore etmek sureti ile daha geniş bir kitleye hizmet vermek ve Federasyon Turnuvalarının bir kısmını burada yapmak için bütün imkanlarını kullanmışlardır.

                  Her ayın sonunda bir sonraki aya ait aylık program hazırlanır. İnternette yayınlanır. Genelde pazartesi günleri ikili Salı günleri lehman 1-2 Çarşamba Perşembe ikili Cuma günleri gündüz lehman 1-2 geceleri de takım maçı Cumartesi ve Pazar günleri altın ikili Pazar günleri de IMP ikili oyunlar oynanır.


                   Genelde briç oynarken arkadaşlarımız arasında hoş olaylarda yaşanır. Mesela Ahmet albayın birden yerinden fırlayarak bahçeye çıktığında olmaz kardeşim yanlış deklere ile bizi şilemden etti diye partneri Selahattin beyden bahsederek olayı anlatmağa başlar biraz sonra da sanki o sözleri söylememiş gibi karşısına oturur oyuna devam edişini tebessümle karşılarız. Birde Yılmaz Öztekin arkadaşımız var iyi oyuncudur. Ama çok yavaş oynar. Uzun düşünür.  Karşısındakiler ne zaman oynayacak diye beklerler. Rakipleri nerdeyse duaya başlarlar. Buna rağmen onunla oynamaktan zevk alırlar şikayet etmelerine rağmen. Bir de Mustafa albayımız var. Nedense hep kendisi oynasın ister bütün imkânlarını kullanır. Rakibine pek inanmaz. Birde İrfan kazancı arkadaşımız var nedense İkili oyunları pek sevmez hatta seyretmez bile bahçede oturur. Sohbet eder. Ama briç mevzuunda oldukça tecrübelidir. Bugün aramızda oynanan Kazancı 2 karo açışları konusunda konvansiyonu şayanı dikkattir. Bir renk açıldığında ortağın cevap veremeyecek, ancak zon ihtimali yüksek olan elleri analiz etmeyi ve en ideal kontrata ulaşmada ciddi kolaylıklar sağlaması bakımından faydalı olmaktadır. KAZANCI 2 KARO AÇISI 19-21 puanlı 5+4 iki renkli dengesiz elleri göstermesi bakımından önemli bir konvansiyon dur. Bunu birçok arkadaşımız kullanmaktadır. Kıymetli arkadaşlarımızdan Hasan Halezaroğlu, Ali Tüzüner, Osman Çizmeçioğlu, İsmet Ketenci, Ercan Işık, Atay Tuncer, Yılmaz Tüzüner, Muammer Çetin, Selahattin Tor, Uğur Erol, Ahmet Dinç, Yusuf Şerifoğlu, Halis Atalık, Fatih Çınar, Ahmet Yılmaz, Atilla Çalışkan, Hikmet Demirsoy, Lokman Diktaş, Mesut Tunca, Ömer Sancar ve Oktay Tokcan gibi nice arkadaşlarımızın güzel özelliklerini saymakla bitmez.
                   Bayan oyuncularımız da bir hayli çoktur. Devamlı gelirler. Bazen bir süre kaybolurlar sonra tekrar gelirler Hepside hanımefendi briçin hakkını vermeğe çalışırlar. Bazı arkadaşlarımız çok alıngandırlar küserler başka briç salonuna giderler arada bir gelirler kalırlar bazıları da eski ilgiyi görmedikleri için temelli ayrılırlar.
                  Briç kulüplerinde en önemli iş direktörlere düşer. BRİÇCİLERİ Kulüp çatısı altına toplamak onun hünerine bağlıdır. Pasif direktörler kulüplerin zayıflamasına, aktif direktörlerde kulüplerin gelişmesinde rolleri büyüktür. Kup Briç’ in direktör yönünden zengindir. Gerek Kamuran Turusel gerekse Berk Başaran ve Serhan Serol arkadaşlarımız çalışkan ve işinin ehlidirler.
HEP BERABER NİCE ZENGİN BRİÇ GÜNLERİNE

CİCİ GELİN SOKAGI

(  Bizim Sokak)
                   Bizim sokağın en önemli özelliği işyerleri ile evlerin iç içe girdiği bir ara sokaktı. Sokağın bir ucu Hükümet Bulvarına diğer ucu yağcılar içine çıkardı. Çarşı genel olarak Ramazan Paşa Camiinin çevresinde toplandığı için Orta mahalle, Cuma mahallesi, soğuk kuyu ve Tekstil fabrikası tarafında oturanların çarşıya, pazara gitmek istediklerinde eski elektrik santralının bulunduğu yerdeki taş köprü olan Çavuş köprüsünü geçer Jinekolog Dr. Münir Tanlay’ ın annesi ebe Hava Tanlay’ ın önünden Yağcılar içine çıkar kestirme bir sokak olan bizim sokağı tercih ederek çarşıya ulaşırlardı. Dönüşte de ayni yolu takip ettiklerinden; bizim sokak hareketli bir sokaktı. Sabah akşam ayni aşina yüzleri görmek mümkündü.
                   Yağcılar içi, iş yerlerinin toplandığı ve pazarın başladığı sokaklardan bir tanesiydi. Salı günleri köylüler yağcılar içinin iki tarafına yayılırlar ve getirdikleri yağ yoğurt peynir gibi hayvani gıdalarının yanı sıra sebzelerinde pazarlandığı yerdi. Bu sokağın adını kimse bilmez yağcılar içi sokağı olarak anılırdı.         
                   Bizim sokağın hükümet Bulvarı ile birleştiği noktada Hacı Bilal’ in kahvesi vardı Uzun seneler Yalnız bizim sokağın değil Aydın’ın da mihenk taşı olmuştu bu kahve. Müsaade ederseniz Biraz kendisinden  bahsedelim, Onu analım. Bazı önemli özelliklerinden bahsedeceğim.
                   Kahveci Hacı Bilal 1897-98 yıllarında Girit’ ten gelmiş askerlik dönüşü kahveciliğe başlamış. İlk kahvesini gümrük önünde ‘Farabe’ sokakta açmış, daha sonra Vardar Palas otelinin karşısında ki köşeyi almış. Kahvenin ocağında yeğeni Memduh Özel, garsonları Ispartalı Mehmet Benli ile Mürşit’ miş. Ispartalı Mehmet Öksüz yetim bir çocukmuş Kahvede yatar kalkarmış
                   Sabah namazında kahveyi açan Hacı Bilal günün ilk ışıklarında yedeği hazır edermiş. Sonraki yıllarda Oğlu Cemal Ürel ocakçı ile beraber açar, öğleyin abisi Hüseyin Ürel’ e devredermiş,
                   Elektrik daha aydın da yokken üstü mermer masalara küçük gaz lambası konur Tavan çengeline yuvarlak ince lüks lambası asılırmış. Buz olmadığından su gazoz Paşa yaylasından gelen karla küplerin içinde soğutulurmuş limonata, ayran, gazoz, koruk suyu, vişne, karadut şurubu, tarcın, somata en revaçta içeceklermiş 1940 yıllarda elektrik gelince yazın bahçedeki toprak küpe buz kalıpları konarak soğutulurmuş Buzdolapları da çıkınca galon şişeler ve meşrubatlar buzdolabında soğutulmağa başlamış.
     
                   Bahçedeki ağaçlara renkli lambalar asılır yaz gecelerinde esnaf âlemi bahçede otururmuş. Çarşı esnafı her Pazar akşama kadar kahveden çıkmazmış. Kahvenin yüksekçe bir köşesinde konsol üzerinde tahta kasalı bir radyo durur. Haberler de son ses açılırmış
                   Çalgıcı, müzisyenlerin sorumlusu Ramazan Paşa’ nın unutulmazlarından Karagöz Mehmet Kafa yazın bahçede, kışın içerde düğün bağlardı. Şehrin Çengi, düğün dernek ve eğlence organizasyonu burada yapılırdı. Aydın’ ın tek pazarı Salı günü kurulduğu için O gün çiftçiler amele yevmiyesini burada dayıbaşı’ lar dağıtırlardı.
                   Hacı Bilal ilerleyen yıllarda ocağa pek nadir geçmeye başlamış bir köşede oturur Hafızlar, hacı arkadaşları ve esnaf dostları ile sohbet edermiş
                   Hacı Bilal kahvesi 70 yıl Aydın’ a mihenk taşı olmuş, Kahvecilik adabını öğretmiş. Buluşma yeri seçerken ‘Hacı Bilal’ in kahvesinde buluşalım sözcüğü uzun yıllar halk arasında söylenmiş ta ki kahve 1969 yılında kapanıncaya kadar.
                   Hacı Bilal’ in kahvesinin yanında büyük bir arsa İçinde Hüsnü Hopçin’ in Karo plak imalathanesi daha sonraları burası satılmış Betoncu Ahmet tarafından buraya 5 katlı bir apartman yapıldı.
                   Onun yarı sıra Osmanlı Bankası veznedarı Muammer’ in evi Milli Eğitim Müdürü Salih Ongöner’ in oturduğu kiralık ev Mehmet Turhan’ ın kereste ticarethanesi ve Yağcılar Sokağının başında da Ahmet ve Mehmet kardeşlerin bir lokantası vardı.
                 Yolun karşı cephesinde Vardar palas oteli, arada kuzeye uzanan bir yokuş yol Akbaldır Hamamına çıkardı. Köşede Elbise temizleme dükkânı vardı. Diğer köşede Hüsnü Hopçin’ in İnşaat malzemeleri satan mağazası, onun yanında Hüseyin Avni Taç’ ın evi ve Mağazası, Buldanlı Hilmi Yazıcıoğlu‘ nun evi Hüsnü İkiz’ in yağ ticarethanesi, Saraç Cemal’ in ve Kahveci Ramazan’ ın evi vardı.
                                                                                                                                                                                                                    
                   Uzun seneler bu sokak kendini muhafaza etti, büyük bir değişikliğe uğramadı. Ben bu 11 numaralı sokağın 11 numaralı evinde 1935 yılının 9 Mart’ ında soğuk bir kış günü dünyaya geldim.
                   Evin ikinci çocuğu idim. Ablamla aramızda tam 12 yıl yaş farkı vardı. Annem 12 yıllık bu süre zarfında 2 defa ikiz çocuk doğurmasına karşın Çocukları yaşamamış ya düşük yaparak ya da doğduktan sonra kaybetmişler. Çeşitli doktorlara gitmelerine rağmen dertlerine bir deva bulamamışlar.





                   Bende ekiz eşiydim. Doğduğumda 1.500 gr ağırlığında çelimsiz yaşamasından ümidi olmayan bir çocukmuşum. Eskiden alçıdan yapılmış taş bebekler vardı ya onlar gibiymişim. Öyle ki çay kaşığının sapı ağzıma girmezmiş pamuğu ıslatıp suyu dudaklarıma damlatırlarmış. O zamanlar küvez olmadığında ısıtıp U şekline getirip arasına pamuk serer beni yatırırlarmış Kimsenin yaşamamdan ümidi yokmuş. Öldürmeyen Allah’ tan ümit kesilmez derler ya bende kısa zamanda gelişip akranlarıma yetişmişim. Ne yazık ki kardeşim Ümit normal kilolu olmasına rağmen ev halkının yoğunluğunu benim yaşamam için harcadıklarından olacak 17 gün sonra Ümit’ i kaybetmişiz.
                   Babam saraç mesleğinin yanı sıra tereyağı ticareti yapar. Piyasadan topladıkları yağları tuzlar, eritir tenekelere doldurur ağızlarını lehimler İstanbul’ a, Ankara’ ya sevk edermiş.
                   Kazancı da iyiymiş bankalar nezdinde kredisi de yüksekmiş. Zaman zaman arkadaşlarına kefil olur. Bankadan kredi almalarını  sağlarmış.
                   1932 yılındaki ekonomik krize kadar bu devam etmiş. Kriz sırasında siparişler iptal edilip alacaklarını da alamayınca darda kalmış ve iflas durumuna düşmemek için varını yoğunu satmış, borçlarını ödemiş ondan sonrada piyasan elini eteğini çekmiş.
                   Babam 87 yıllık hayatı boyunca bizleri yetiştirmek için var gücü ile çalışmış harp sıralarında yoksulluğu bize hissettirmemişti.
                  Benden 4 yıl sonra kardeşim Ender dünyaya geldi. Oda hayatı boyunca futbol oynadı, kendini yetiştirdi. Futbolu bıraktıktan sonra Nazilli Sümer Spor takımı bir müddet de Denizli Sümer Spor takımlarını çalıştırdı.
                   1980 yılından sonra Türkiye deki gelişme hamlesine aydın’da ayak uydurdu. Yıllarca pek fazla gelişme göstermeyen bizim sokakta bir hareket başladı. Eski binalar yıkılarak yerlerine geniş salonlu çok katlı binalar yapıldı. Her evin zemin ve birinci katları mobilya mağazalarına dönüştürüldü. Cici Gelin mobilya mağazaları ve diğer mobilyacılarda bu sokağa gelince sokağın eski adı olan Hacı Bilal’ in kahvesi sokağı unutuldu. Yerine Cici gelin sokağı adı geldi. Bugün yeni mobilyaları görmek beğendikleri mobilyalarla evini süslemek isteyen insanlarla ve yeni evlenecek gençlerin uğrak yeri oldu.
                   Mutluluklara ilk adımı atmalarının heyecanı ile dolup taşan bu insanlardaki mutlu yüzleri görmemek mümkün değil. Bizde nice mutluluklar diliyoruz.

EŞİM SÜEDA’ YA

52 YIL

Bir İlkbahar günü gördüm seni
Merdivenlerden süzülerek indin
Üzerinde beyaz önlük
Başında kep vardı.
Bahçeyi taradı gözlerin,
Ürkekti bakışların,
Korkuyor gibiydin.
Ağır ağır yaklaştın bize.
Beni tanıtlar.
Hoş geldin dedin, isteksizce tokalaştın,
Sonra olan oldu bana,
Gözlerim takılı kaldı sana,
Birden kayboldun,
Gözlerim aradı seni
Kimdir bu güzel dedim,
Ödemişli arkadaşımız dediler.
Acaba arkadaşlığa kabul eder mi beni
Bilemeyiz, Kendisine sor dediler.
Sordum.
52 yıl oldu Sevgiliyiz beraber,
Mutluluklar dolu bir hayat,
İki erkek bir kızımız oldu.

BÖBREK NAKLİ


İlk oğluydu her hafta üç gün dialize giren
Anne kalbi, O dialize girdikçe içi kan ağlıyordu.
Böbreğini vermek istemişti,
Yok, sen yaşlısın, hem de tansiyonun var olmaz dediler.
3 Kasım 2010 da ki organ nakli haftasında,
Yaşlılardan da böbrek nakli yapılıyor deyince
Gözleri güldü sevindi birden
Böbreğini verecek oğlu kurtulacaktı.
Bayram sonrası pazartesi günü
ACI BADEM İnternational Hospital ‘ın Yeşilköy şubesine yattı
Oğlu ile beraber.
Gerekli kontrollar yapıldı.
Cuma günü hadi ameliyata dediler
Gülerek gitti, 4 saat sonra gülerek çıktı.
Yarı baygın odaya giderken
Hala oğlunu düşünüyordu,
Bana bakmayın ben iyiyim
Oğluma bakın Diyordu.
Etrafında ki herkesi ağlatıyordu.
Senden sonra,
Oğlun çıktı ameliyattan,
Gülümsüyordu.
Ameliyat anına kadar
Hiç ümidi yoktu ,
Her an için bir engel çıkacak diye
Korkuyordu.
Doktorlar ümitliydi neşeliydiler
Yapılan böbrek naklinden.
Annesini üç gün sonra
Oğlunu ise bir hafta sonra
Taburcu Ettiler.
Anne mutluydu Çocuğu kurtulmuştu
Yeniden Dünyaya gelmişti
Ümitler yeşermişti yeniden
Prof. DR. ALİHAN GÜRKAN ve ekibi
Sayesinde Üç Aralık tarihi
Bundan sonra
İkinci doğum günü olarak kutlanacak.

                                  BABA
                   ERDEM ERGENEKON

PINARBAŞI

Her gün sarhoş, her gün sarhoş Şu Aydın’ın uşağı
Alkanlara boyanmış ibrişim kuşağı
Ay mı doğdu, gün mü doğdu Pınarbaşı köşküne
Sen doldur ben içeyim güzel senin aşkına
Ah bey oğlu vah bey oğlu yandı yandı kül oldu
Ne olduysa bana oldu Güzel sana ne oldu
                        
                        Yukarıya alınan Aydın Pınarbaşı ile ilgili türkünün dizeleri uzun yıllardan beri halk arasında söylenmekte Bey oğlu ile halktan bir genç kız arasında geçen hikayenin öyküsü anlatılmaktadır. Bugün türküde bahsedilen köşkten bir eser kalmamıştır. Ama sıcak günlerde Aydın halkı bu mesire yerine gelerek onları yad etmekte türkülerle onları anmaktadır.
               Bu mesire yerine ilk gelişim 1945yıllarına rastlar O zamanlar 7 Eylül ilkokulunda okuyorum yılsonu yaklaşmıştı. Öğretmenimiz “Çocuklar yarın sizleri Pınarbaşı’ na  gezmeye götüreceğim hazırlıklı gelin “ Annelerinizde gelebilir dedi. Akşamdan bütün hazırlıklarımızı yaptık Annelerimizin yaptığı böreklerden aldık sabahleyin erkenden okula gittik. Ders zili çalınca sıra ile yola çıktık. Pınarbaşı denilen yer şehirden pek uzak bir yer değildi. Ramazan paşa camiinin önünden Pazar yerindeki derenin üzerindeki köprüden geçip dere kenarından yürümeye başladık bir müddet gittikten sonra iki tepe arasındaki toprak yolda yürüyerek okaliptüs ağaçlarının göğü örttüğü bir yere geldik. Yolun iki tarafında iki büyük bina vardı. Dere kenarındaki binanın kapısının üzerinde Veteriner Müdürlüğü yazıyordu. Yolun Sağındaki binanın üzerinde büyük harflerle HARA kelimesi yazılı idi. Önünde Büyük bir bahçesi vardı Tel örgü ile çevrili idi İçinde Büyük Atlar ve yanlarında gezinen yavruları taylar vardı. Taylar annelerinin etrafında koşuyor oynuyorlardı. Çok ilgimizi çekmişti hepsi çok güzel hayvanlardı. Bazıları tel örgünün önüne geliyor merakla bizlere bakıyorlardı, bizde onlara yiyecek uzatıyor. Hem de korkuyorduk. İlk defa haranın ne olduğunu veteriner Müdürlüğünün görevlerinin neler olduğunu orada öğretmenimizden dinledik.
                 Haranın önünden dereye doğru yürüdük. Sağ tarafta set üstüne çıkan bir yol vardı.  Oradan set üstüne çıktık. Set üstünden ta aşağılara kadar inen bir kanal vardı, içinde devamlı su akardı. O gün çeşitli oyunlar oynamış hoşça bir vakit geçirmiştik.
                  Daha sonraları Pınarbaşına tekrar gittiğimde Veteriner Müdürlüğünün ve hara binalarının yıkılmış başka yere nakledilmişti, yerine ağaçlar dikilmiş yerler çimlenmişti.
                  Pınarbaşı Cumartesi ve Pazar günleri çok kalabalık olur. Oturulacak yer bulunmazdı. Hıdrellez günü sabahın erken saatlerinde kalkılır yer bulmak için erkenden gidilirdi.



                  Set üstünde ağaçlar arasında patika yollar vardı. Her yer çiçeklerle dolu idi kokular birbirine karışırdı. Büyük bir gazinosu vardı. Aytepe ve Zafer mahallesinin olduğu semtlerde genelde çok eskiden Rumlar Ermeniler ve Yahudiler otururmuş. Gazinoyu da genelde rum meyhaneciler işletirlermiş. Bohemya biraları ve kurtuluş rakılarını gazinonun önündeki veranda da içmek büyük bir zevkti.
                 At arabalarında satılan gübresiz marulların yağlı göbeği çeşmelerde yıkanırdı. Çağla badem, erik sepet içinde cam bardakta, Kargı çöpüne kiraz sapından yorgan ipliği ile 5-6 tane sarılır öyle satılırdı. Renk renk macunlar küçük şişler üzerine sarılır, keten helvacılar anında yaptıkları helvaları çubuklara sararak satarlardı.
                    Bazen arkadaşlarla bir olur evden aldığımız zeytin peynirlerle ve dışarıdan aldığımız marul ve benzeri şeylerle kendimize bir sofra kurar ortaklaşa aldığımız rakıyı gazozla içerdik.
                     Gençler akasya ağaçlarının süslediği sevda yolunda gezmeyi  tercih ederlerdi, Kavak ağaçlarının altına yayılırdık. Beyaz zakkumların süslediği mekanlarda yer sofraları kurardık. O eski uzun servi dallarına kurduğumuz salıncaklarda sallanır, ip atlar, mendil kapmaca oynardık. Susadığımızda abanırdık kaynak suyuna yüzükoyun lıkır lıkır içmesine doyum olmazdı. Bazen sokak düğün alayları gelir, gırnatalı ve klarnetli çengicilerin çaldığı şarkılarla dolar taşardı. Herkes dere kenarında yer bulmağa çalışır, erken gelenler en güzel yerleri kaparlardı. Paytonlar derenin kenarına kadar gelir yolcularını orada indirir sonra tekrar yolcu almağa boş dönerlerdi. Yazın derenin suyu azalır karşı tarafa geçmek için taşların üzerine tahta koyarlar tahtadan tahtaya atlayarak karşıya geçerlerdi. Gençler taşların üzerinden atlayarak karşıya geçmeğe çalışır yosun tutmuş taşların üzerinden kayarak suya düştükleri olurdu. Bazen de özellikle düşerlerdi Herkes gülsün diye öyle muzip arkadaşlar vardı.
                            1950 den sonra Pınar başında büyük bir yüzme havuzu yapıldı.   Gençler çocuklar bu yüzme havuzunda hem yüzmeyi öğrendiler. Hem de Beden terbiyesinin organize ettiği yarışmalara iştirak ettiler.
                               Yaz geceleri havuzun kenarında yemekler yenirdi. Hafiften çalan dans şarkılarında bazen de orkestra eşliğinde dans edilirdi. Yüzme havuzunda düğün yapmak her baba yiğidin harcı değildi.
                                Seneler sonra Pazaryerini geçip köprüden geçince dere kenarında Gazinolar açıldı. Uzun zaman Aydın halkı yaz geceleri bu gazinolarda eğlendiler. İzmir’den, İstanbul’dan gelen sanatçılar buralarda konserler verdiler.
                                Aradan seneler geçti. Pınarbaşı çok değişmiş bugün bir mesire yeri değil bir gezinti mekanı olmuş. Yollar parkelenmiş dere kenarına set yapılmış. Güzelde olmuş.
                                Yeni pınar başını yaz günü geldiğimde gezecek düşüncelerimi sizlerle tekrar paylaşmağa çalışacağım. Sağlıcakla kalın.

ERDEM ERGENEKON

TELLİ DEDE

Doğduğum sarı badanalı ev
Çocukluğumun geçtiği mahalle,
İstasyon meydanı Telli dede

Kafaları çekip saz çalıp
Şarkı söylediğimiz
Pınarbaşı yüzme havuzu
Siyah önlüklü çocukluğumuz
Türkan öğretmen
                   Yukarıda ki dizelerde adı geçen Telli dede Pınarbaşı yüzme havuzu, Aydın şehrinin yıllarca önce gidip eğlendiği mesir yerlerinden birkaç tanesi idi. Kışları diğer illere nazaran daha ılıman geçen Aydın halkı evde hapsolmanın acısını çıkarmak istercesine ı8 ı9 Şubat tarihlerinde Cemrenin havaya düşmesi ile Cumartesi günleri evlerde bir hareket başlar. Sanki bütün şehir halkı sözleşmiş gibi evlerde hazırlık yapılırdı. Pazar günleri erkenden Telli Dede ye yola çıkılırdı. Bazıları yayan bazıları da paytonla Telli dedeye giderlerdi. Telli dede denilen yer şehrin çıkışında eski Çine yolunun üzerinde ova emir denilen köyün girişinde idi. Henüz daha Yeni Muğla yolu yapılmamıştı. Parkın önündeki heykelin sağ tarafında ki yoldan güneye doğru gidilir ve İstasyondan gelen ikinci yolla Hasan ağanın kahvesinde önünde birleşerek sosyal sigorta kurumu hastanesinin önünden Yozgatlı camiinin önüne varılırdı. Camii geçince sol tarafta şimdiki mezarlığın olduğu yerde. Adını şimdi bile bilmediğim bir dede mezarı vardı. Halk bu dedenin etrafındaki ağaçların altında oturur. Dua eder niyetlerde bulunur, genç kızlar dileklerinin olması için bez bağlarlardı. Yeni evliler gelinlikleri ile gelerek duvaklarındaki tellerden bağlarlar Ham dü sena ederlerdi. Onun için adı Telli Baba ya çıkmıştı. Bütün gün çocuklar saklambaç körebe gibi çeşitli oyunlar oynar. Hatta bazı muzip çocuklar henüz yeni uykudan uyanmağa başlamış kör yılanları sopalara dolayarak arkadaşlarını korkutmağa çalışırlardı.
                   Havalar birden ısındığı için Badem ve erik ağaçları çiçek açar. her tarafı laleler ve papatyalar kaplardı.  Çocuklar papatyalardan taç yapar başlarına takarlar. Çiçeklerin üzerinde yuvarlanırlardı. Genelde Ağaçlara bağlanan iplerlerden yaptıkları salıncaklarda sallanır. Getirdikleri yiyecekleri yerler hoşça vakit geçirirlerdi. Komşu ağaçların altında oturanlar ile tanışılır. Yaptıkları kurabiye ve böreklerden birbirlerine ikram ederlerdi. Bu piknik olayı hemen hemen üç hafta sürerdi. Ve bu yıllarca devam etti. Şehir Mezarlığın buraya nakledilmesi ve etrafının duvarlarla çevrilmesine rağmen bir müddet daha devam eden bu mesire yeri. Yerini karşısında ki tepe üzerinde de bir devam ettirdi ise de eski orijinalliğini kaybettiğinden bir müddet sonra terk edildi. Bilhassa yöre nüfusunun iki binlerden yirmi beş binlere yükselmesi mesire yerinin etrafının binalarla dolması belediyece mezarlık içinde piknik yapılmasının yasaklanmasının da rolü büyüktü. Bu gün artık bu mesire yeri bir mezarlık ziyaretinden öteye gidemiyor.

KEPEZ

Aytepe mahallesinin yukarısında bugün Menderes Üniversitesi arazisi içinde kalan Kepez adını verdiğimiz şehir merkezinden takriben 1 km. uzaklıkta bir piknik alanı vardı. Telli dede den sonra halk kepeze piknik yapmağa giderdi. Yokuş olduğu için gidiş hayli zahmetli olurdu. Buna rağmen halk bu zahmete katlanır ellerinde erzak sepetleri olduğu halde yaya gidenler bile olurdu. Genelde paytonlarla gidilirdi. Paytonlar bile yokuşu çıkamaz bir sokaktan diğer sokağa kavisler çizerek gitmeğe çalışır, yokuşu çıktığında paytonu çeken atlar burnundan dumanlar çıkararak soluya soluya bir hal olurlardı.
                   Kepez, şehrin kuzeyin de ağaçlıklı bir arazi olup şehir merkezinden 150 metre yüksekliğindeki tepenin üzerindeki düzlüktü. Kepezde ağaçların altında oturulur yemekler yenir oyunlar oynanır, esen rüzgarın sesi ağaçların yaprakları arasından süzülür insanların arasında dolaşıp akar giderdi. Hava rüzgarlı olduğu zamanlar hava baya sokuk olurdu. Bu nedenle mesir yerine gidenler muhakkak yanlarına hırka gibi giyecekler götürürlerdi. Ne olur ne olmaz diye. Çok sıcak havalarda da güneşin sıcaklığı hiç hissedilmezdi.
                    Buradan Aydın’ı kuşbakışı seyretmeğe doyum olmazdı. Hatta kendi aralarında evlerinin yerini arar, bulduklarında elleriyle işaret ederek göstermeye çalışırlardı. Dikkatli gözler bir sene içinde şehirdeki gelişmeyi buradan tespit ederlerdi.
                    Kepez’ in doğu yakasında Zindan dere denilen kurumuş eski bir dere vardı. Üsten bakılınca görülmez zeminde kavisler çizerek yatağında uzanıp giderdi. Biz çocuklar dere içinde yürür takriben 300-400 metre aşağılardan çıkardık.
                     XX. yıl başlarında bu günkü zafer mahallesi içinde ta kepeze kadar bölümde Rum Ermeni ve Yahudi mahalleleri varmış. Bu mahallelerde bulunan 5 manastır, bir Meropilhane 2 havra 4 kilise, zamanla depremler ve yangınlar nedeni ile mahalleleriyle birlikte yanmış, Ermeni, Yahudi ve Rum cemaatleri istiklal harbi sırasında veya daha sonraları mübadele ile şehri terk etmişler. Daha sonraları buraları sit alanı ilan edilmiş olmasına rağmen izinsiz kazılarla define arayıcılarının mekanı olmuş.
                     Hangi yıl olduğunu hatırlamıyorum 13-14 yaşlarındaydım gene böyle bir piknik günü arkadaşlarla saklambaç oynarken bir çukurun kenarında birden ayağım kaydı. Takriben 4-5 metre derinliğinde bir çukura düştüm. O kadar çıkmak istedimse de başaramadım. Bağırmalarıma rağmen sesimi arkadaşlara duyurmak mümkün olmadı. Beni aramışlar, taramışlar, bulamayınca da annemlere haber vermişler. Herkes beni aramağa çıkmış. Bir müddet sonra beni buldular. Onları görünce nasıl sevindiğimi ve ağladığımı hatırlıyorum. Beni çukurdan çıkardılar, su içirdiler, bayağı korkmuştum. Define arayıcılarının azizliğine uğramış, onların açtığı çukurlardan birine düşmüştüm herhalde. Çukur yeni açılmış, toprak kabaydı. O gün hemen eve döndük.
                   Şimdi Menderes üniversitesinin yanında Aydın Belediyesi tarafından Kepez mesire yeri açılmış, içinde de belediyenin sosyal tesisleri var. Haftanın Çarşamba, Cuma, Cumartesi ve Pazar günleri burada program yapılıyor. Bu yer ağaçlandırılmış ama eski tabiliği yok. Mart aylarında eskiden olduğu gibi buraya piknik yapmaya gelen giden oluyor mu bilmiyorum. İnşallah oluyordur.

AYDIN LİSESİ

Öğretmenlerimizden aldığımız mirastır
Emelimiz Aydın Lisesine layık olmaktır
Sevgi dolu Aşk dolu Aydınlı olmaktır
Bize derler AYDIN LİSELİ


            Yukarıda bir dörtlüğünü aldığım Aydın Lisesi ilgili mısralarda bahsettiğim bu okula hizmet vermiş nice gençler yetiştirmiş öğretmenlerimizden bugün hayatta olmayanları saygı ile anıyor ve emekli olmuş ve halen görevde bulunan öğretmenlerimize de minnet dolu duygularımla sevgiler, saygılar sunuyorum
               Bundan tam 65 yıl önce 1946 yılının eylül ayında AYDIN ORTA okuluna kaydolmak için Annemle okula gittik. Okaliptüs ağaçlarının bulunduğu yerdeki okulun bahçe kapısından girdiğimizde Annemin elini sıkı sıkı kavramıştım. Bahçe boyunca sağda sarı boyalı upuzun bir bina vardı. Ortasında birkaç basamakla çıkılan giriş kapısının önünde kayıtlar yan kapıdan diye ok işaretli bir levhanın önünden geçerek kapıdan içeri girdik. Karşımıza birçok kapının açıldığı çok uzun bir koridorla karşılaştık. Issız ve karanlıktı. Kapının sol tarafında ki odanın kapısı açıktı. Yan tarafında Müdür Muavini yazılı bir tabela vardı. Kapının tam karşısında bir masa arkasında bir öğretmen oturuyordu. Kapıyı çaldık. “Buyurun“ dedi. İçeriye girdiğimizde ben zangır zangır titriyordum. Annem okula kayıt için geldiğimizi söyledi ve evrakları müdür muavine uzattı. Öğretmenin oturduğu masanın üzerinde Necip Atay yazılı bir tabela ve arkasında ki duvarda da Atatürk’ün büyük bir resmi asılıydı. Evrakları tetkik ederken yan gözle bana bakıyordu. Ben ufacık tefecik çelimsiz çok zayıf bir çocuktum. Yerinden kalkıp yanıma yaklaştı, başımı okşadı. “Senin adın ne bakayım” dedi. Ben zorlukla Erdem Ergenekon dedim. “O senin ne güzel adın var. İlk okuldaki öğretmenin ismi ne” diye sordu Türkan öğretmen deyince Okul Müdürü Sabri beyin kızımı? deyince bende başımla tasdikledim.
                     O sırada odaya uzun boylu iri yapılı birisi girdi. Adını daha sonra öğrendiğim Jimnastik öğretmeni Nesimi Gürsoy başımı okşayarak “Sen ne kadar zayıfsın. Hiç ekmek yemiyor musun “ dedi. Her iki hoca da bana babacan bir tavırla, candan yaklaştılar. Sevdiler yakınlık gösterdiler. O ilk girişteki korkum kayboldu. O gün kaydım yapıldı. Numaram 197 idi. Lise son sınıfa kadar o numarayı sırtımda taşıdım.
                 Okullar açılınca bütün hocalarımızla tanıştık. Türkçe öğretmenlerimiz İsmet Kültür. Avni Deniz. Coğrafya hocamız  Necip Atay Jimnastik hocamız Nesimi Gürsoy, tarih hocamız Hulusi Aksu Doğan, matematik hocamız Mustafa Yılmaz, müzik hocamız  İhsan Ünal,  resim hocamız Halil Öke, Fransızca hocamız Haydar Ataseven idi. Üç yıl  nasıl geçti hatırlamıyorum.
                   1948 yılında okulumuzun adı Aydın Lisesi oldu. Ortaokul ve lise yıllarca beraber yaşadı. Ortaokul ismi bir müddet sonra unutulmuş Aydın Lisesi olarak anılmıştır.
                    Liseye geçince yepyeni hocalarla karşılaştık. Okul Müdürü değişmiş yerine Nurullah Baç gelmişti. Okul yepyeni bir hüviyete bürünmüştü. Lise hocaların davranışı ortaokulda ki hocalara nazaran çok farklı idi. Ortaokuldaki hocalardaki hoşgörü sevgi ve şevkat lise hocalarında yoktu. Bizlerde sanki birdenbire hemen büyümüştük. Hocalar derslerini anlatırlar, ders zili çalınca da çıkar giderlerdi. Çocuklar ders çalışmış, çalışmamış umurlarında bile değildi. 2 yazılı bir sözlü yaparlar karneye ortalaması geçerdi. Çoğu zaman anlayamadığımız konuları bile öğretmenlere sormağa cesaret edemezdik.
                    Lise 1 e başladığımız yıl okula yatılı öğrenciler geldi. Ana binanın yanındaki 2 katlı binanın üst katı yatakhane alt katıda müteala odalarına dönüştürüldü. Bu binanın arkasındaki binada  Mutfak ve yemek salonuna çevrildi. Bazı zamanlarda okuldaki müteala çalışmalarına katılırken orada bizimde yemek yediğimiz olurdu.
                      Lise de okul formamız vardı. Lacivert ceket pantolon ve sarı şeritli lacivert şapka. Okulumuz bu giyime çok önem verirdi. Saç uzatmak yasaktı. Bütün öğrenciler 3 numara ile saçlarını kestirirlerdi. Her gün kapıda bir nöbetçi öğretmen bulunur, saçı uzun veya şapkasız, sakallı öğrencileri okula almazlardı. Şapkan yok diye okul kapısında geri döndüğümüz günleri çok iyi hatırlıyorum.  2 ders kaybımız olurdu ve muavinlerden geç mazeret kağıdı almamız mümkün olmadığından öğle paydosunu beklerdik. O zamanlar çift tedrisat yoktu. Hem sabah hem de öğleden sonra okul vardı. Saat 12 de öğle yemeği için evlerimize giderdik. Saat 13:30 ikinci yarım gün başlardı. Cumartesi günleri de yarım gün okula giderdik. 1954 yılında mevcut binalara ilaveten 2 katlı  B blok yapıldı .
                  Müdür Nurettin Baç öğrencileri çok sever ve tutardı. Bir gün öğretmenler toplantısında öğretmenlere “Sizlerden yetenekli, çalışkan, randımanlı öğrenciler yetiştirmenizi istiyorum” diyen sesi kulaklarımda çınlıyor. Okulda çıkardığımız duvar gazetesindeki yazıları okul mütealasında yatılı arkadaşlarımızın birbirlerine yaptıkları azizliklerini, ilk lise son sınıflarının hazırladığı okul temsili için ne kadar çok didindiklerini, çok güzel bir oyun hazırladıklarını ve çok başarılı olduklarını hatırlıyorum.
                    Hocalarımız başta Nurettin Baç olmak üzere Mutafa Koçaş, Münevver Dosdoğru (Baç) Sıdıka hanımı, Melahat Hepçiçek’ i (Heper) Mezide Dişbudaklıgil, Reşat Eper’ i, İnci hanımı Nihal Arkayn’ ı Celal Çavdaroğlu’ nu, İhsan Ünal’ı ve Erol Eroğlu’ nu okul arkadaşlarımızdan Evin Ekmen’i, Sevinç Güreli, Eczacı Semiha Karadeli’ yi,  Meral Dikmeni, Şerif Ali Akkurt’ u, Güngör Akgün’ ü Evren Konyalıoğlu’ nu Zeki İnceoğlu’nu, Cevdet Hamutcu’ yu, Nahit Menteşe’ yi, Erol Yüksel’ i Şerif Ali Kocadon’ u, Alpaslan Yörük’ ü, Özer Emnalar’ ı hatırlamamak  kabil mi.
                     Gelin Şimdi sizinle 1935 yıllarına gidelim ve 1935-38 yıllarında Aydın Ortaokulunda okumuş bir Aydınlı‘ ya  misafir olalım. Kendisi halen Kocaeli vilayetinin Derince kasabasında oturan 40 yılını eğitime vermiş, hala eski okul günlerinin heyecanını yaşayan bugün 90 yaşını idrak etmiş bir öğretmen adı FİKRİYE AYKUT (ÖZEN)
                    1921 yılında Aydın’ da Nazilli Köprübaşında ki kahvenin ilerisindeki eskiden iki kapılı bir han vardı. Onun yanındaki evde dünyaya gelmiş. Çok eskiden orası Aya Yorgi kilisesiymiş, yangın ve depremlerde yıkılmış. 7 Eylül ilkokulunda okumuş müdürleri Sabri beymiş. 1935 de ortaokula kaydını yaptırmış, 1938 de de mezun olmuş. Okul müdürü Yıldırım Tellioğlu, türkçe Hocası İhsan Bey, tarih hocası Hulusi Aksu Doğan, Jimnastik hocası Nesimi Gürsoy, Almanca hocası Selahattin  Oklar, resim hocası Halil Öke, biyoloji hocası Nimet Hanım aklında kalan okul arkadaşları Cavidan Nevire, Hatice, Fehime, Türkan,Semiha, Fürizan, Şüküfe hatırlayabildikleri .                              
                   Biz 1935-55 yılları arasındaki Aydın lisesini anlatmağa çalıştık. Bugünlere tamamlamak bizden sonrakilere düşüyor. İnşallah tamamlanır.

                    Erdem Ergenekon

6 Mart 2011 Pazar

BİZE DERLER AYDIN LİSELİ

Bize derler Aydın Liseli
Yükselmek ileri gitmektir emeli
Çalışır başarır yılmayız
Bize derler Aydın Liseli

Ülkümüz Atatürk’ün yoludur
Dönmeyiz asla yolumuzdan
Engelleri aşmayı ülkü edinmişiz
Bize derler Aydın Liseli

1928 de attık temeli 
Hiç kimse yıkamaz bu emeli 
1948 pekiştirdik 
Aydın Cumhuriyet mektebini
Ülkümüz ilerlemek 
Muasır hedeflere ulaşmaktır
Bize derler Aydın Liseli

İlim irfan almayı prensip edinmişiz
Yıllar boyu böyle gider
Kimse bize engel olamaz
Sevgi ile azimle her engeli yıkarız
Bize derler Aydın Liseli

Öğretmenlerimizden aldığımız mirastır
Emelimiz Aydın Lisesine layık olmaktır
Sevgi dolu Aşk dolu Aydınlı olmaktır
Bize derler AYDIN LİSELİ


                                    Erdem Ergenekon